Beynin Donma Noktasını Düşürür, Düşünceyi ve Mantığı Canlı Tutar

"Hürriyet Sürpriz Yumurta" - Yetişkinler İçin

Hürriyet gazetesinin ilginç bir özelliğini yeni farkettim: Hürriyet, Kinder Sürpriz Yumurta gibi sürpriz haberler yumurtluyor bizim için. Tek farkı, Hürriyet'in işe yarar şeyler yumurtlamaması. Şu habere bir bakın:

NASA'nın Mars'ta hayat izleri aramak üzere gönderdiği Spirit adlı keşif aracının geçtiği görüntü uzmanları şaşkına çevirdi. Geçilen fotoğrafları uzun süredir inceleyen uzmanlar, sanki yürüyormuş ya da bir tepeciğe oturmuş gibi görülen bir "yaratık" tespit etti.

NASA Mars'ta yaratık tespit etti ve bunu NASA'nın kendisi ya da Amerikan haber ajansları değil de Hürriyet duyuruyor dünyaya. Size de biraz ters gelmedi mi bu durum? Fotoğrafa bakınca insana benzer bir silüetin görülmediğini söylemeyeceğim; ama bu—fotoğrafın uydurma olmadığını varsaysak bile—orada bir yaratık olduğu anlamına gelmiyor; çünkü bu tip fotoğraflarda gözün yanılma oranı çok yüksektir. Kendi çektiğimiz fotoğraflarda da benzer durumlarla karşılaşmıyor muyuz?

1976 yılında NASA'nın Viking 1 uzay aracı, Mars üzerinde devasa boyutlarda bir yüz fotoğrafı çekmişti. O zamandan beri böyle fotoğraflara bakıp Mars'ta insan, dinozor, mamut, öküz, keçi, Medyum Memiş veya genel olarak "yaratık" keşfeden çok insan oldu. Fotoğraflar netleşmeye ve çekim açıları değişmeye başlayınca herkesin yanıldığı ortaya çıktı.

1976'da çekilen Mars'taki yüze ne oldu peki? Yanıt: Mars'ta "yüz" hiç yoktu! Aşağıda o "yüz"ün 1976'daki fotoğrafının yanında, 1998 ve 2001'de çekilen ve gittikçe netleşen fotoğraflarını da görebilirsiniz.

Marst'a canlıya rastlanmış olması Hürriyet'e yeterince ilginç gelmemiş olacak ki, olayı magazinleştirip yaratığı bir de soyundurmuşlar; haber "Mars'ta çıplak yaratık" olarak verilmiş. Gelecekte şöyle haberlerle karşılaşırsak şaşırmamalıyız: "Çıplak Yaratık Yürek Hoplatıyor", "Yaratık Frikik Verdi", "Yaratık Selülitli Çıktı", "Yaratık Hülya Avşar'dan Daha Güzel Olduğunu İddia Etti", "Flaş flaş ... Yaratık Canlı Yayında Bülent Ersoy'la Beraber Armağan Çağlayan'ı Dövdü, Üstüne Bir Bardak Su İstedi" ...

Ahmet Çakar Nasıl Çakmaz?

Ahmet Çakar'ın sunduğu Şansa Bak adlı yarışma(?) programında 2 Şubat 2008 günü şöyle bir soru vardı:

Hastalanmayan tek hayvan hangisidir?

A) Kedi B) Papağan
C) Köpek balığı D) Kaplumbağa
Yarışma programını hazırlayan onca insanın ve sunucu Ahmet Çakar'ın çakmadığı şey bu sorunun doğru yanıtının olmadığıydı; çünkü bütün hayvanlar hastalanır! Programda doğru yanıtın köpek balığı olduğu söylendi. Peki bu sonuca nereden varmışlar derseniz?

Sanırım soru ve yanıtın kaynağı 1992 yılında Amerika'da yayımlanan "Köpek Balıkları Kanser Olmaz" (İngilizcesi "Sharks Don't Get Cancer") adlı bir kitap. Kitabın yazarına göre köpek balığı kıkırdağı kanseri iyileştiriyormuş. Elbette kitabın iddiası saçmalıktan öte bir şey değil. Köpek balıklarının sadece hasta olmadıkları, aynı zamanda kanser oldukları da kanıtlanmış bir olgu.

Ne yazık ki bu kitabın yayımlanışı yarışma programlarında saçma soruların sorulmasına yol açmadı sadece. Bu kitap aynı zamanda artan avlanma sonucu birçok köpek balığı soyunun kurutulmasına yol açmıştır. Birçok kanser hastası da kendini köpek balığı kıkırdağıyla tedavi etmeye çalışırken modern tıptan yeterince yararlanamamıştır.

Not: Programdaki diğer bir ilginç olay da "onbin kere yüzbin kaç eder?" sorusuna işletme mezunu bir yarışmacının verdiği yanıttı: "1 milyar olamaz ..." (doğru yanıt 1 milyar).

Şu Ünlüler Ne Kadar da Salak (?)

Hürriyet'te çıkan bu haber ve fotoğrafları için fazla bir şey yazmaya gerek var mı? Sizce fotoğraftakilerin uyur gibi bir halleri var mı? Buna okuyucuyu salak yerine koymak denmez mi?

Televizyon Haberleri






Yazılarımı okuyanlar sadece gazete haberlerine sinir olduğumu düşünüyorlardır. Hâlbuki televizyon haberlerine daha çok sinir olduğum için onları seyretmiyorum bile. Bugün istisna yapıp televizyon haberlerinde beni sinir eden şeyleri yazacağım.

Haber görüntülerinin sürekli tekrarı: Gazetede tekrarları görseniz o kısımları atlama şansınız var; ama televizyonda öyle değil. Tekrarları seyretmeden bir sonraki habere geçme olanağı yok ne yazık ki. Aynı görüntüleri tekrar tekrar izlemek çok sinir bozucu bir durum. İnsan psikolojisi için oldukça zararlı. Bu yüzden de gizli servislerin etkili işkence yöntemlerinden biri.

Haber ile görüntünün uyuşmaması: Türk insanı ne versen sorgulamadan “yuttuğu” için, örneğin “otomobil ile otobüs çarpıştı” haberine, otomobil ve kamyon görüntüsü koyabilirsiniz. Ya da casus uçaklardan bahsederken, arkasından buharlar saçarak giden uçakları gösterebilirsiniz. “Yerler” mi diye sorarsanız. Kimsenin ruhu duymaz. “Yerler” yani.

Şiddet içeren görüntüler: Filmler gösterilmeden önce ebeveynlere yönelik RTÜK'ün akıllı işaretleri gözüküyor ekranlarda. Bu tip uyarılar neden haberlerden önce olmaz? Haberlerdeki şiddet içeriği filmlerdekinden çok daha fazla olabiliyor bazen.

Yavaş akan zaman: Televizyonda zaman bizim bildiğimiz zamandan çok daha yavaş akıyor. Sanki ışık hızında giderken yayın yapıyorlar da Einstein’ın genel görelilik kuramı işin içine giriyor. “Az sonra” bir türlü gelmek bilmiyor; “şimdi” ise, sanki bir saat sonra gibi bir şey oluyor.

Haberlerin magazinleşmesi: Magazinin ana haberlerde işi ne? Magazin ana haberlerdeyse, diğer magazin programlarının televizyonda işi ne? Bu yılbaşı CNBC-e’de yayınlanan defile, ertesi gün birçok ana haber bülteninde bize habermiş gibi sunuldu. 2 ay önce çekilmiş bir defilenin nasıl bir haber değeri olabilir sayın abazan televizyoncu kardeşler, siz daha iyi bilirsiniz.

İstanbul'da Bir Gün

Geçenlerde bir gün eşimle küçük bir İstanbul turu yaptık. Önce Levent'teki Kanyon'a gidecek, orada arkadaşlarımızla buluşup yemek yiyecek, sonra da Eminönü'ne geçecektik.

İlk olarak bir belediye otobüsüyle Taksim'e gittik. Yoldayken arkadaşlarıma haber vermek için cep telefonumu çıkardığımda, otobüsteki cep telefonuyla konuşmanın yasak olduğu ilanı gözüme çarptı. Cep telefonunun sürüş güvenliğini tehlikeye atmadığını bilmeme cahilliği mi, yoksa bağıra çağıra konuşanlardan korunma zekiliği mi karar veremedim. Cep telefonunun çıktığı ilk yıllarda açık cep telefonuyla beni arabasına almayanların, şimdi bu aleti tuvalette bile yanlarından ayırmadıklarını görüyorum ve şaşırıyorum.

Taksim'e gittiğimizde hiç beklemeden metroya bindik ve Kanyon'a rahat bir yolculuğun sonunda vardık. Arkadaşlarımızla buluşup öğle yemeği için bir Japon lokantasına gittik. İçeri girdiğimizde ilk dikkatimi çeken şey masaların üzerindeki renk renk son model cep telefonları oldu. Lokantanın fiyatları her ne kadar ucuz olmasa da, telefonların menüye dahil olmadığı belliydi. Bir an için Türk insanının yemek masasına oturduğunda ilk yaptığı şeyin araba anahtarını masanın görünen bir yerine koyması olduğunu unutmuşum. Eminim birçok insan, daha gösterişli olduğu için anahtar yerine aslında arabanın kendisini getirip masanın üstüne koymak isterdi; neyse ki artık cep telefonlarıyla bu temel ihtiyaçlarını giderebiliyorlar.

Az önce yukarıda bir yerlerde tuvalet sözcüğünü mü kullandım? Aman ne ayıp! Lokantalarda ne zaman tuvaletin yerini sorsam, bana lavabonun yerini tarif ediyorlar. Ama ben tuvalet ihtiyacımı gidermek için lavaboyu kullanmam ki. Lavabo, daha sonra ellerimi yıkadığım üzerinde musluk bulunan çukur yer değil midir? Doğrusu şimdiye kadar kimseyi lavabonun tepesine çıkmış, tuvalet ihtiyacını giderirken de görmedim; ama nedense herkes bunu iddia ediyor:

- Nereye?
- Çişim geldi lavaboya gidiyorum.
- İğrençsin! Daha sonra ellerini nerede yıkayacağını duymak istemiyorum.
Yemekten sonra daha önce adını hiç duymadığım—ama araba fiyatına ayakkabı satan—birkaç mağazada dolaştık. Bu ayakkabılar giymek için mi, yoksa yemek masasının üzerinde görünür bir yere koymak için mi?

Mağazalardan birinde beğendiğim bir pantolonu denemek istedim. Nerede deneyeceğim? Heran birşey çalacakmışım gibi etrafımda dolaşan takım elbiseli birisi bana "fitting room"u gösterdi. "Cash" ödersem indirim alabileceğimi "okay"letti. Sorum üzerine fiyatların neyse ki dolar cinsinden olmadığın söyledi. Pantolonu almadan mağazadan çıkarken vizesiz küçük bir Amerika gezisi yapmış gibi hissediyordum kendimi.

Birkaç saat sonra Kanyon macerasını bitirip Eminönü'ne doğru yola çıktık. Önce metroyla Taksim'e geri geldik. Sonra da Kabataş'a gitmek için, fani... feni... füniküler diye adlandırılan başka bir metroya bindik. Bu metro hattı için niye böyle bir ad seçilmiş anlamak zor. Bu adı doğru telaffuz eden insana rastlamadım o gün.
- Afedersiniz, bu hattın adı nedir?
- Abi benim diskiyonum çok zayıf, yorma beni şimdi.
Kabataş'tan Zeytinburnu'na giden tramvay modern ötesi bir şey. Bunu tramvaydaki elektronik duyuruları görünce anladım: "Gelecek Durak: Tophane", "Gelecek Durak: Karaköy", vb. Siz de anladınız sanırım neden modern ötesi olduğunu bu tramvayın. Bu tramvay duraklara gitmiyor, duraklar tramvaya geliyor! Tabii siz bunu hiç hissetmiyorsunuz, size hala daha sanki tramvay duraklara gidiyormuş gibi geliyor. Göz aldanması herhalde. Ya da tramvay teknolojisi ithal edilirken, duyurular da dikkatsizce beraber ithal edilmiş: "Next stop" yerine "sonraki durak" diye yazmak kimsenin aklına gelmemiş o yüzden.

Eminönü'nde fiyatlar kesinlikle dolar cinsinden değil. Her tarafta fiyatların ye-te-le olduğunu duyuyorsunuz. Niye basitçe lira değil de ye-te-le? Sanki herkes uluslararası döviz piyasalarında alım-satım yapıyor da karışıklık olmasın diye tam ismini kullanıyorlar. Ya da iki yıl önce tedavülden kalkmış eski te-le ile karışmasından korkuyorlar. Türkiye'de (siz Türkiye Cumhuriyeti mi diyorsunuz her seferinde) geçerli olan paranın adı kısaca liradır, uzatmaya gerek yok.

Geri dönüş yolculuğumuz başladığında hava kararmıştı. Apartman görünümlü konakların ve köşklerin (?) aralarından geçerek eve geldiğimizde İstanbulun son yıllarda çok zenginleşmiş olduğu farkettim bir daha. Yakında—sözde—köşk ve konak sahibi olmayan kalmayacak sanırım.